TeamHondaTurkey.Com
HONDA TEAM => Sohbet / Off Topic => Konuyu başlatan: BenKimim - Haziran 14, 2012, 08:59:31 ÖÖ
-
2008 Yılında kaleme alarak Milliyet Blog'da yayınladığım, o tarihte editörün önerileri arasına giren yazım;
http://blog.milliyet.com.tr/ask-mi--stockholm-sendromu-mu-/Blog/?BlogNo=103044 (http://blog.milliyet.com.tr/ask-mi--stockholm-sendromu-mu-/Blog/?BlogNo=103044)
Öncelikle aşağıdaki yazılanların bir genelleme olmadığını; okunularak
biriktirilen, gözlem ve tecrübelere dayanan şahsi çıkarımlar olduğunu belirtmek
istiyorum. Biz hikâyelere hep esas oğlanın, esas kızın gözünden bakarız; diğer
karakterlerin kendi hikâyelerini hiç irdelemeyiz. Hiç Pamuk Prenses’teki kötü
cadının psikolojik sorunlarına, onun çocukluğunda neler yaşadığına kafa yoran
oldu mu aranızda? Mesela ben, Tom ve Jerry hikâyelerinde hep Tom’a üzülmüşümdür,
o sonuçta kendi genlerinde yazılı bir prosedürü uygulamaya çalışıyor yalnızca.
Burada sizlere bir Pamuk Prenses hikâyesi aktarmayacağım tabi, söylemek
istediğim hikayelere baktığınız her yönden farklı bir hikaye, belki diğeri ile
isimler dışında hiç ilişkisi olmayan bambaşka bir hikâye ile karşılaşırsınız.
Benim aktardıklarım da yalnızca benim bakış açım…
Aslında aşk masalları, hep aynı şekilde başlar;
Baharın ilk öpücükleri değdi mi narin kirpiklerine, tüm çim – çiçek, börtü –
böceğin uyanıverdiği, konuştu mu kiraz dudaklarından tane tane mutluluk dökülen,
yüreği de tıpkı beli gibi incecik güzeller güzeli bir kız. Bir gün hiç
beklemediği bir anda karşısına, genç bir adam çıkıverir. Şiirler okur güzel
kıza, ay ışığında şarkılar söyler. Sevdalanırlar ve hiç bir kötülük düşünmeden,
başlarlar rüyalarda, masallarda yaşamaya... O kadar, o kadar severler ki
birbirlerini, nihayetsiz bir mutluluk için and içerler, REHİN VERİRLER
yüreklerini birbirlerine; sonsuz saadeti yakalama uğruna.
Aşkların giriş kısmına baktığımızda masallar ile reel hayat pek farklı değildir
aslında. Sadece esas oğlan ile esas kızı betimleyen sıfatlar ayrışır belki.
Birde partnerlerin ilanı aşk şekilleri. Ama gerçek hayatta (?asla) masallardaki
gibi bitmez aşklar.
VE SONSUZA KADAR MESUT YAŞADILAR……
İnsanlar umumiyetle zayıf olduğu dönemlerde aşık olurlar; yeni bitmiş bir aşk,
bir gençlik bunalımı, mutsuz bir evlilik, aldatılma ertesi, bir yakınını
kaybetme veya o an adını koyamadığınız bir buhran yada hoşlandığınız ama
ulaşmanın zor olduğuna inandığınız (maddi/manevi) biri nedeniyle kendinizde
duyduğunuz ancak adlandıramadığınız güçsüzlük hissi. Bilimsel araştırmalar
aşkın, beyinde muhakeme ve yargılama yapan bölümleri etkisiz hale getirdiği,
beyindeki kimyasallardan serotonin seviyesinin, aşık olanlarda saplantılı
-obsesif kompülsif bozukluğu bulunan- kişilerinki ile aynı seviyede bulunduğunu
tespit etmiştir. Yani aşk aslında bir hastalıktır demek çok yanlış bir betimleme
olmaz bu anlamda, hastalıktır evet; ama yaşanılası bir hastalık.
Problem aşık olmakta değil sonucuna hazırlıklı olmaktadır aslında; şu ana kadar
yazılanlarda kilit ifade şu sanırım: “…..REHİN VERİRLER yüreklerini….”. Çünkü
aşk, (?hiçbir zaman) sonsuz olamaz; ilişkileri bu kadar monoton yaşadığımız,
sevdiğimiz her şeyi fasılasız birlikte yaşayıp birbirimizi, ilişkimizi bu denli
hızlı tükettiğimiz sürece. Yine bilimsel araştırmalar gösteriyor ki; aşkın
süresini, sinir büyüme faktörü (NGF) biçiyor. Ellerin terlemesine ve heyecanın
yükselmesine de neden olan NGF değeri tutkulu aşkın ilk zamanlarında yükseliyor
fakat insanın doğası itibarıyla bu tutkuyu sürdüremediği ortaya çıkıyor ve
arzunun şiddetiyle doğru orantılı artan NGF değeri en fazla 3 yıl sonra
azalıyor. (Prof. Dr. Semir Zeki, Londra Üniversitesi) Yani “sonsuza kadar mutlu,
mesut yaşadılar” ya imkansız, ya da bunun müsebbibi aşk değil.
Evet, reel hayatta aşklar bitiyor, ancak evlilikler, ilişkiler devam ediyor.
Asıl sorun nasıl devam ettiği. Taraflar ya mutsuz oluyor ve bunun teşhisini
zamanında koyarak, hayatlarında radikal bir başkalaşım ile ayrı ayrı ya da
birlikte olmak üzere yeni bir reçete uygulamaya geçiyorlar, ya ilişkilerini
tüketmeyip, ilişkilerinde adrenalini mümkün olduğunca zirve de tutuyorlar (ki bu
sınıfta yer alanlar özellikle ülkemizde istatistiksel olarak göz ardı
edilebilecek kadar az sayıda), ya da taraflardan güçlü olanının baskısında bir
ilişki altında ezilen tarafın “eğer mutlu olmak istiyorsam öncelikle
karşımdakini mutlu etmeliyim” çabaları altında devam eden, -felaketlere gebe-
bir REHİN süreci yaşanmaya devam ediyor. Burada kullanılan güçlü kavramı yanlış
anlaşılmasın, burada bahsedilen fiziksel güç değildir. Aslında burada
bahsedilen, ilişkinin bittiğinin farkında olan ve ilişkiyi kendi kafasında
bitirip kendi hayatını yaşayan/yaşamaya çalışan/yaşamak isteyen, partnerini ise
yenemediği mazeretler nedeniyle bırakamayan, evli ise sadece evlilik cüzdanında
bir isim olarak taşıyan taraftır.
Yaşanan bu rehin süreci ve haksız da olsa güce teslim olma eğilimi, taraflardan
güçsüz olanında bir çeşit Stockhlom Sendromu oluşumuna sebep olur. İnsanların
mevcut konumlarını korumak istemesi, ya da sorumluluk almamak için konformist
olmayı seçmesi (daha doğrusu bir seçim yapmaktan kaçınması) sonucu ilişkiler bir
avcı-kurban ilişkisine, köle-efendi diyalektiğine dönüşmeye başlar. (Hegel'e
göre güçlerin eşit olmadığı her ilişki efendi köle ilişkisine döner.) Kurban
önce dış dünyadan tamamen soyutlanır ve dolayısıyla ihtiyaçları için baskı yapan
tarafa bağımlı olduğunu hissetmeye başlar. Baskıcının yaptığı küçük iyilikler
kurbanın gözünde büyür, zamanla kurban kendisini, baskıcının yerine koyup
olayları onun gözünden görmeye, yaptıklarına hak vermeye başlar. Kurban
tarafından baskıcının şiddet eğiliminin tamamen göz ardı edilmesi sonucunda,
içinde bulunulan tehlike de reddedilir. Kurban tek olumlu ilişkisinin baskıcı
ile arasında olan olduğunu düşündüğü için bu ilişkiyi de kaybetmek istemez ve
dolayısıyla kurbanın baskıcıdan ayrılması gitgide zorlaşır. Biz benzeri
durumlarla Türk Filmleri vasıtasıyla birçok kez karşılaştık zaten. Filmlerimizde
bir şekilde kız, onu rehin alan, dağa kaldıran adama aşık olmaz mı? Bizim
senarist ve yönetmenlerimiz Stockholm Sendromunu 23 Ağustos 1973 günü Jan Erik
Olsson’un Stockholm’un Normalmstorg semtinde bir banka şubesine girerek 3 banka
memuresini rehin almasının ardından gelişen olaylarla bilim dünyasına
kazandırılmadan önce de biliyorlarmış aslında.
Bu sendrom sadece rehin alma durumlarında gerçekleşmez: Şartların eşit olmadığı
–bir tarafın bağımlı olduğu-, baskı uygulayan bir kişinin bulunduğu, hayatta
kalma içgüdüsünün ağır bastığı durumlarda da ortaya çıkabilir. İncelendiğinde
hemen her uzun ilişkide görülen bir olgudur. İlişki uzun ve derinse, evliliğe
gidiyorsa, ya da zaten evlilikse taraflar ilişkiye kafaları rahat devam etmek
isterler. Başlangıçta karşısındakinin yanlışlarını görürler, bu yanlışlara ilk
aşamada muhtemelen protest bir tepki ile cevap verirler ama baskıcı tarafın
püskürtmesi ile geri çekilmek zorunda kalırlar. İkinci aşamada yanlışları
partnerine ifade etmeden, bir kenara yaza yaza biriktirir ve ancak -tabiri
caizse- bıçak kemiğe dayandığında ifade eder ve -yine tabiri caizse- ağzının
payını alırlar, çünkü istediklerini, beklediklerini yine elde edemezler. Ancak
bilinçaltı şunu öğrenir; “bu farkındalık ilişkiye zarar vermektedir”. Sonuçta
konformist olmayı seçerek karşısındakine karşı bir empati geliştirir ve kendini
onun yerine koymaya başlarlar, baskıcı taraf sanki hiç yanlış yapmıyormuş gibi
bir mekanizmaya kendini inandırıp, "boyun eğmeye", "alttan almaya" başlarlar.
Bir sonraki aşamada ise “artık suçlu o değil, kendisidir”.
Evet arkadaşlar, bunlar benim çıkarımlarım. Galiba hala koyunlardan çok da
farklı hareket etmiyoruz ve galiba davranış itibariyle beynimizin geçirdiği
evrim o derece az ki hala primatın alt beyninin verebileceği tepkileri
veriyoruz. İlginç olan şey, bu evlilikler, bu ilişkiler diğerlerinden daha uzun
sürmektedir. Aslında burada hastalıkmış gibi anlatılan bu sendrom belki beynin
bir savunma mekanizması belki de patolojik bir duruma düşen ilişkiye uyguladığı
bir reçetedir. Konunun başında da değindiğim gibi hikayeye nereden baktığınıza
bağlı. Her ne kadar yazıda bu sendrom bir hastalıkmış bakış açısıyla anlatılsa
da, belki bu sendromu yaşayan kişiler makalede anlatıldığı kadar rahatsız değil
bundan. Aksine belki de mutlu. Ve ilişkinin devamı için kendini adapte etmiş
-Susan SARANDON’un Gönüllü Rehine (Earthly Possessions) filmindeki gibi- rolüne.
Galiba çok ta farkında olmamak, belki de dünyanın dönüşüne çok ta müdahale
etmemek lazım. Yukarıda araştırmasından bahsedilen Prof. Dr. Semir Zeki’nin
dediği gibi, “Aşk bir hastalık ama tedavi etmeye gerek yok. Hayatınız boyu devam
etmesini istediğiniz bir hastalık. Arzu edilen bir felaket”.